“Bir yoksul aç ise, bunun sebebi, zenginin zevk ve sefa içinde yaşamasıdır. Nerede bir bolluk görsem, onun yanı başlangıcında kesinlikle çiğnenmiş bir hak görmüşümdür. Hz. Ali
“Kapitalizm yasal mafya, mafya da yasal olmayan kapitalizmdir.” Dario Bötancourt- Maria Garcia
Varlıklı olmak, başkasının emeğinin ürününe el koymaktır. Bir insan ne kadar yetenekli, becerikli, çalışkan olursa olsun, bir tek kendi çabasıyla varlıklı olması imkansız… Dünyanın en varlıklı adamı, Amazon’un patronu Amerikalı Jeff Bezos 182 milyar dolar servete haiz. İnsan havsalasını zorlayan bu skandal servet onun üstün yeteneklerinin ve çalışmasının eseri mi? Bu servetin asgari ücretin kaç katı bulunduğunu bir düşünün… Türkiye’de Yıldız Tüm ortaklık’in patronu Murat Ülker’in 4,7 milyar dolar serveti var. Bu servete iyi mi haiz oldu?
Kapitalizm dahilinde varlıklı olmanın iki yolu vardır: Birincisi, bir şey üretirsin üretilen değerin en büyük kısmına el korsun (buna artı-değer sömürüsü denir); ya da çalarsın, mafyatik yöntemlerle yaratılmış zenginliğe el korsun. Şimdilerde Türkiye’de daha oldukca bu ikincisi revaçta… Bir şey üretme zahmetine katlanmaya gerek duyulmuyor… “İşi bitirmenin’ kestirme yolu tercih ediliyor… Bütçe, gömü, organik zenginliklerimiz utanmazca yağmalanıyor, talan ediliyor…
Dinci AKP 18 yıl ilkin, ‘üç Y ile (yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar) mücadele’ vaadiyle iktidara geldi… Ve geride kalan ortalama yüz yılda bu üçü hiçbir süre bu günkü kadar zirve yapmadı, skandal düzeylere ulaşmadı… Bugün artık yoksulluk da derin yoksulluğa dönüşmüş bulunuyor… Fakat bu iktidar Y sayısını dörde çıkardı. Dördüncü Y yalan… İktidar olmak gizlemekle mümkündür ve yalan mühim bir gizleme aracıdır… Onca ömrümde bu kadar yalancı bir iktidar ve bu kadar sefil bir medya görmedim… Bizde medya tam bir yalan makinası. Doğrusu medya denilenin (gazete-televizyon-haber sitesi) bu kadar yalancısını, bu kadar yerlerde sürünenini asla görmedim… Ne kadar utanç verici… Bir medya, bir gazeteci misyonuna ve varlık nedenine iyi mi bu kadar yabancılaşabilir?
Bu iktidar tipik bir kolonyalist rejim görüntüsü veriyor. Yandaşı olmayanı, kendini desteklemeyeni, toplumun muhalif kesimini düşman sayıyor… Bazen bu ‘rejim nasıl tanımlanabilir’ sorusu aklıma geliyor. Doğrusu bir yanıt bulabilmiş değilim… Bir devlet, o devleti oluşturan kurumların bazılarını, sözgelişi belediyeleri çalıştırmama, engelle yoluna gider mi? Dünyada bunun bir örneği var mıdır? Salgın döneminde bile sıhhat çalışanlarıyla didişen bir rejim olur mu?
Tüm burjuva siyasal partilerinin programında işsizlikle, yoksullukla savaşım vaadi vardır… O şekilde bir vaatle iktidar olurlar. Fakat, iktidardan düştüklerinde bu ikisi de büyümüş olur… Niçin? Sual yanlış sorulmuş olduğu, yanlış formüle edilmiş olduğu için… Zira, doğrusu, yoksullukla değil, zenginlikle savaşım olması gerekirdi… Kapitalizm işsizlik ve yoksulluk üretmeden ve bu tarz şeyleri derinleştirmeden yol alamaz. İşsizlik, yoksulluk, sefalet üreten netameli bir makinadır… Elbet hepsi bu kadar değil. Kapitalizm tabiat tahribatı yaratmadan, yaşamın temelini aşındırmadan da yol alamaz… Siz gün be gün bu güzel dünyanın, bu güzel gezegenin niçin yaşanamaz bir yer haline geldiğini sanıyorsunuz… Utanmaz kâr uğruna yaşam alanlarımız, yaşam kaynaklarımız tek tek yok ediliyor ve bu kepazelik, gelişme, kalkınma, çağdaş uygarlığı soruşturma adına meşrulaştırılıp dayatılabiliyor… İyi de büyüyen ne, ne pahasına büyüyor, gelişme kimin için ne anlama geliyor sorusu niçin sorulmuyor…
Tabiat tahribatının uzun solukta işsizlikten, açlıktan, yoksulluktan daha yıkıcı, oldukca daha tehlikeli neticeleri olacak. Üstünde durduğumuz zemin hızla aşındırılıyor. Bu yıkımı vakitlice durdurmak gerekiyor. Aksi halde geç kalmanın maliyeti oldukca büyük olacak… Hukuk mücadelesiyle ekolojik yıkımı durdurmak mümkün olmaz… Zira, siyasal mahiyetteki bir saldırıya hukuk alanından yanıt vermek mümkün değildir… Danıştay’a dava açmakla saldırıyı durdurmak mümkün olmaz, olmadığı görülmüş olmalıdır. Etkin politik savaşım şekilleri oluşturulmalıdır… Fakat bilinmesi ihtiyaç duyulan bir şey var: Kapitalizm iyi mi toplumsal kötülükleri (işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, aşağılanma) azdırmadan yol alamıyorsa, tabiat tahribatı yaratmadan, ekolojik dengeleri bozmadan yol alması da asla mümkün olmayan bir sistemdir… İnsana ve doğaya zarar vermeden, bu dünyada yaşamın temelini aşındırmadan varlığını sürdüremez. Reforme edilebilir, ehlileştirilebilir bir sistem de değildir. Dolayısıyla, toplumsal ve ekolojik kötülüklerle kapitalizm dahilinde savaşım etmek mümkün değildir… Daha geç olmadan kapitalizmden çıkmaktan başka umar yok…
‘Yoksullukla mücadele’ söylemi gerçek problemi gözden uzaklaştırıyor. Zenginlikle savaşım akla gelmiyor zira varlıklı ve zenginlik bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır. Tabu söz mevzusu olduğunda, ondan söz etmek yasaklanır. Dokunanın elini yakar… Kimse ağzına almak istemez, almaya cesaret etmez… Ayıbı açığa vurmanın alemi yok denir… İdeolojik bulanıklık aslolan probleminin tartışılmasını, bilince çıkarılmasını, anlaşılmasını engelliyor. Oysa, kelime ve/yada kavram çifti diye bir şey vardır. Bu bir kelime yada kavramın, başka bir kelime yada kavrama gönderme yaparak varlık kazanmasıdır. İşte zenginlik ve yoksulluk kelimeleri bu gruba dahildir. Zenginlik olmadan yoksulluk olmaz yada yoksulluk olmadan zenginlik olmaz. Efendi ve köle, zalim-mazlum, güzel-çirkin, iyi- fena, sıcak- soğuk… şeklinde… Zenginlik-yoksulluk söz mevzusu olduğunda da birlikteliğin yönü zenginde yoksula doğrudur… Zenginlik olduğundan yoksulluk vardır. Eğer öyleyse, yoksulluğu hakkaten mesele edenin çözümü nerede arayacağı bellidir…
O halde niçin zenginlik var? Eğer yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyordur? Zenginlik de hususi mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer hususi iyelik diye bir şey olmasaydı, zenginlik de, yoksullukta olmazdı. Eğer insanoğlu üretmek ve yaşamak için lüzumlu olana ‘ortakça’ haiz olsalardı, hususi iyelik diye bir musibet cemiyet yaşamına musallat olmasaydı, zenginlik de, yoksulluk da olmazdı… Demek ki, insanlığın ve uygarlığın şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumun peşinde, üretmek ve yaşamak için lüzumlu araçlara, yaşamı var eden ve sürekliliğini elde eden kaynaklara minik bir azınlık tarafınca el konulması keyfiyeti yatıyor. Başka türlü söylersek, bu günkü kepazelik bir sapmanın sonucu… Doğal her insana ilişik olması gerekenin, her insanın kullanımına sunulması ihtiyaç duyulan müştereklerin minik bir azınlık tarafınca gasp edilmesi de hukuk sistemiyle meşrulaştırılıp, korunup, sürekliliği sağlanıyor… Eğer öyleyse, geçerli burjuva hukuk sisteminin aslen neyi ifade ettiğini, kimin için ne anlama geldiğini de münakaşa gündemine taşımak gerekecek…