1981 senesinde 2547 sayılı yasa ile ihdas edilmiş olan Yüksek Öğretim Kanunu Profesör İhsan Doğramacı’nın şefaati ile Türkiye’de yükseköğretim kurumu terimi ve olgusunun köküne kibrit suyu dökülmüştür.
Bu habis yürüyüşte yükseköğretim kurumları nicel olarak artırılıp nitel olarak erimeye mahkûm edilmiştir. Bu amaçla değişik işlevleri olan akademi ve yüksekokullardan müzisyen ya da ressam vs şeklinde kıymetli sanatçı yetiştiren kurumlar da ilgisizce üniversite yapılmış oldu ve sanatla ya da müzikle uğraşan insanlara, adeta tenzil-i aşama muamelesi yapılarak doçent yada profesörlük unvanları bahşedildi. Söz mevzusu kurumlarda yönetim biçimi aşağıdan yukarıya demokratik sistemden, yukarıdan aşağıya emir-kumanda zinciri sistemine dönüştürüldü. Böylece bir kalıba sokulan yükseköğretim kurumları bütçe kısıtı altında piyasa ile ilişkiye itildi. Bugüne benzercesine yasa ile görevden almalar da bünyeyi iyice yıprattı. Özal-Doğramacı ortaklığının ülkemiz akademisine bu çok önemli armağanı giderek şiddetlendi ve siyasinin adeta keyif malzemesi haline geldi. Gömlekte ilk düğmeyi yanlış iliklemekle süregelen sürecin siyasilerin elinde esasen düzeltilme olanağı yoktu. Bugün, bu fecaatin son sahnesini yaşamaktayız. Yeni atanan Boğaziçi rektörü doğru söylemiş; çoğumuz aynı gemideyiz de, keşke bu zat geminin batırılmasında verilen etken görevi, siyasetin akademiye karıştırılmaması gerektiği bilinciyle geri çevirme cesaretini gösterebilseydi!
Akademinin bu hale gelmesinde akademinin de kabahati azca değildir. Geçmişte her bilimsel niteliği olan senenin açılışında bir siyasal, tercihan yüksek rütbeli şahıs açılışa çağırılırdı. Bu durum bazılarımızı o denli rahatsız ederdi ki, tantanalı açılış programına katılmazdık. Fakat öğretim üyeleri maalesef hazır ve nazırdılar! Siyasetle bu kadar içiçe olunursa, onlar da görevden vazife çıkarmada kendilerini haklı görebilecek pişkinliğe ulaşırlardı.
Akademi her türlü baskı gruplarından uzak durmalıdır. Politika başta olmak suretiyle, ana para, dinsel çevreler ve benzeri baskı grupları akademiye sızmamalı, akademi de kendisini bu bakımdan korumalıdır. Sadece, akademi o denli da yansız değildir. Uygulanan ekonomik sistem ve ülkenin gelişmişlik düzeyi akademiyi sosyolojik olarak baskı altına alır ve dolaylı yoldan kendi ideolojisini yayma aracı işlevini yükler. Günümüzün iktisat, sosyoloji vb toplumsal bölümleri başat ana para hâkimiyetindedir ve bilimsel görüntüde sermayenin çıkarlarını genç dimağlara zerk etmektedir. Akademi o denli ana para ile iç içedir ki, üniversite hocalığını kaymaklı gelir hesabıyla patrona hizmete satan eleman da bugün olduğu şeklinde akademiyi siyasete ve ana paraya yanaştırma niteliksizliğini maalesef gösterebilmektedir. Bu nedenledir ki, söz mevzusu anlı şanlı fakülteler ve Nobel ödüllü akademisyenler ne krizleri öngörebilmekte, ne küresel yoksullaşmayı dürüstçe açıklayarak sermayenin önüne çıkabilmekte, ne de çölleşen dünyamızın kapitalizmin eseri bulunduğunu insanlara anlatma cesaretini kendisinde görebilmektedir.
Tüm bu kurumsal körlükler ve hatalara karşın, akademiyi yürüyüşünden geriye çekmek, siyasetin emrine vermek ya da çeşitli kin ve nefret duygularıyla ona darbe vurmak basiretli siyasinin aklıselimle yapabileceği bir iş olarak görülemez. Her şeyden ilkin kurum kendi içsel dinamikleri ve demokratik sistemi ile ilerlediği durumda, organik seleksiyonla giderek pozitif yönde gelişme sergileyebilir, hele de kurumlar içinde yaşanmış olan iç ve bilhassa de dış rekabet bu süreci olağanüstü hızlandırıcı bir dinamiğe haizdir. Siyasinin kuruma dışarıdan müdahalesi, her şeyden ilkin bizzat verdiği diplomalarla kendisini yüksek mevkilere taşıyan bir kurum hakkında karar verme saygısızlığı anlamını taşır. Bu durum bir çocuğun ebeveynine vazife tanımı yapmasına benzer. Salt geleneklerimiz gereği rahmet ve saygıyla anmak durumunda olduğumu Doğramacı bu sistemi getirirken ya cahilce davranmıştı ya da devrin siyasileriyle ortaklık içinde gaflete bürünmüş hıyanet içinde idi. Zira batı dünyasında, bilhassa de ABD’de akademi dünyasında “kan değişimi” olarak anlatılan sistemde doktora yapanlar kurum değiştirdiği şeklinde, başka kurumlardan da atamalar tabiatıyla yapılabilir. Rektör atamalarında dahi dış müracaatlar olur, kurum içi toplantılar ve adaylarla görüşmeler sonucunda kurum karar veriri ve uygular. Sadece, oralarda siyasetin bu dünyaya karışması kesinlikle söz mevzusu olmaz, olması imkansız! İleri batı dünyasında, bizdeki şeklinde, hiçbir çevreye danışmadan tek-adam yönetimi uygulamasıyla akademi yaşamına tepeden atama yapılmaz, akademiye böylesi saygısızca davranan siyasiye de atanan tepki gösterir ve ulufe olarak verilen görevi reddeder. Batı dünyasında tek-adam yönetiminde tepeden atama uygulamasına salt siyasal nezaketten dolayı değil, bununla beraber kurumların iç tutarlılığı, bilimsel özgürlük ve kurumsal özerklik ilkelerinin korunması açılarından kesinlikle başvurulmaz. Bu durumu Doğramacı da, hem de tüm işleyişiyle biliyordu. Amacı neydi, bilemiyorum, aklıselimle açıklayamıyorum da!
Astrofizikçilerin ‘çekim alanı her türlü maddesel oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, kütlesi büyük bir kozmik cisim’ olarak tanımladıkları kara delik anlayışı Türkiye siyasetinde canlı olarak sahnelenmektedir. Kara delik, çevresindeki hiçbir cismin kaçmasına izin vermeyen ve onları yutan alan olarak tanımlanmaktadır. Çok önemli yutucu gücü olan tabiatın kara deliği, bolluk ki, bilmiyorum kaç milyon ışık yılı uzakta imiş. Türkiye’ye özgü siyasetin astrofizikçilerin tanımladığı kara delik tanımlamasına benzer hali var şeklinde, geliyor bana. Şu şekilde ki, hukuk, bilim, sanat, eğitim, medya, din, terbiye, hatta kendi binmiş olduğu dalı kesercesine politika vs derhal her alan kara delik tarafınca yutulmakta, bir çeşit iradi tercihe bakılırsa dolaylı yoldan ve alanın hususi aygıtlarıyla ütülenmekte, aynı formata sokulmaya çalışılmakta ve yozlaştırılmaktadır. Yargı araçsallaştırılmakta, akademi siyasal atamalarla yola getirilmeye çalışılmakta, diyanet siyasetin emrine ve hizmetine sokulmakta, sanatçı bir halde, hem de asla olamayacak şekilde ve toplumsal görevinin aksi yönünde tanımlanmakta, çeşitli araçsal yollarla topluma acayip ve gerici bir terbiye anlayışı dayatılmakta, politika demokratik toplumsal yönetin sisteminden uzaklaştırılmakta sürü güdülemesine dönüştürülmektedir. Bu şekilde ve yılmadan çalışan kara delik ülkeyi felakete sürüklemektedir. Doğal ki, çoğumuz aynı gemideyiz. Vapur batınca çoğumuz yok olacaksak, bu işin gemideki biri tarafınca yapıldığı savlanabilir mi? Bu ifadenin bilinç-altı mekanizmasını irdeleyemeyen şahıs, gemiye kaptan olma cesaretini siyasal erkten almış olsa da, görevi ifa erkine aynı destekle ulaşamayacaktır. Şundan dolayı her kurumun ve bilhassa de Boğaziçi’nin bir geleneği vardır ve bu gelenekledir ki, ülkemize ve insanlığa yüksek nitelikli eleman yetiştirme potansiyelini taşımaktadır. Bu altarda, maalesef, salt Boğaziçi de yoktur, ODTÜ, İTÜ, İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi de vardır; kimisi sırasını savmıştır, kimi de mukaddes emri beklemektedir.
Yaşlı dünyamız neler görmüş oldu, neler! Bunlar da geçecek, sadece büyük ve dönüşü ya oldukca zor ya da olamayacak tahribatla! Seneler sonrasında araştırmacıların neler yazacağını algı edebilecek bir akıl, orada bulunmayacağını bilse dahi, bugün ülkesine ve insanlığa olan sorumluluğunun idraki ile davranır!